Küba Füze Krizi: İki Süper Gücün Nükleer Satrancı

1090

Soğuk savaş dönemi, iki süper güç olan ABD ve SSCB’nin, birbirleriyle adeta satranç oynar gibi karşılıklı hamleler yaptığı bir dönem olmuştur. Bu dönemin en önemli olaylarından birisi ise “Küba füze krizi” veya diğer adıyla “Jüpiter füze krizidir”.

Krizden önceki sürece bakıldığında Küba da 1959 yılında iktidarın Fidel Castro tarafından ele geçirilmesi ve ideolojik olarak SSCB’ye yakın olması ABD çıkarları açısından, yanı başında bulunan bir devletin SSCB ile yakın olması ABD ulusal güvenliği ve çıkarları açısından kabul edilemezdi. (Sander,2019,359)

Raul Castro ve Fidel Castro

Nitekim ABD, Castro yönetimini çeşitli mekanizmalar ile iktidardan düşürmeye çalışmışsa da başarılı olamamıştır. (Domuzlar Körfezi çıkarması, Şeker ambargosu) (Sander,2019, s.360). ABD’nin bu girişimleri Küba’yı SSCB’ye daha da yakınlaştırmıştır. Bu yakınlaşmanın en somut göstergelerinden birisi: 1962 yılında Küba’nın savunma bakanı olarak görevini yürüten Raul Castro, SSCB’ye bir ziyarette bulunarak SSCB’den ABD’ye karşı kullanılmak üzere silah temini ile ilgili bir görüşme gerçekleştirmiştir (Sander,2019, s.360).

Krizin, ana temelinde yatan faktörüne baktığımızda: 1957 yılında SSCB tarafından uzaya gönderilen ilk yapay uydu olan SPUTNİK yatmaktadır (Sever,1997, s.648). SSCB’nin, ABD’ye karşı uzayda elde edeceği bir üstünlük, ABD açısından önemli bir güvenlik zafiyeti oluşturuyordu çünkü SSCB, bu gelişme ile kıtalararası atılabilen balistik füzeler konusunda çok önemli bir avantaj elde etmiş oluyordu (Sever,1997, s.648). ABD, bu tehdidi savuşturmak için Avrupalı müttefiklerine ihtiyaç duydu. Avrupa’ya özellikle de SSCB topraklarına yakın bölgelere Orta Menzilli Füzelerin yerleştirilmesi kararı alındı. Avrupalı müttefikler ile yapılan bu görüşmeler neticesinde Sadece üç NATO üyesi bunu onayladı. Bunlar: İngiltere, İtalya ve Türkiye’dir (Sever,1997, s.648).

28 Ekim 1959 yılında, Türkiye ve ABD 15 adet orta menzilli füzeler olan Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye verilerek konuşlandırılması konusunda anlaştılar (İzmir,2017, s.179). Ancak şu husus önemlidir: Verilen bu füzelerin kullanımı ve kontrolü tamamen Türkiye’nin elinde olmayacak; Füzelerin kullanımı konusunda ABD ile Türkiye’nin ortak bir kararı çerçevesinde füzeler kullanılabilecekti (Sever,1997, s.650). Türkiye, sürecin başlangıcından beri bu füzelerin kendi ülkesine konuşlandırılmasını istemiştir. SSCB’den yoğun bir tehdit hisseden Türkiye, kendisine konuşlandırılacak olan bu füzelerin Ülke savunmasına önemli bir stratejik kazanç sağlayacağını düşünmüştür.

Nasıl Küba’daki yönetimin kendisi, ABD için bir potansiyel tehdit ise coğrafi olarak kendisine yakın olan ve bir NATO üyesi olan Türkiye’nin, SSCB topraklarını hedef alabilecek bir silah sistemine sahip olması, Sovyetler açısından da kabul edilebilecek bir gelişme değildir. Sovyetler, ABD’nin bu hamlesine karşılık Küba’ya Nükleer başlıklı füzeleri yerleştirmeye başlamıştır. Bu füzelerin yerleştirilmesi 1962 yılında ABD’nin Savunma bakanı olarak görevini yürüten Robert McNamara dönemin ABD başkanı Kennedy’ye Küba da bulunan Sovyet füzeleri ile ilgili ABD hava kuvvetlerinin çekmiş oldukları fotoğrafları göstermiştir (Sander,2019, s.362). Bunun üzerine ABD, Küba’ya bir deniz ambargosu uygulama kararı almıştır (Sander,2019, s.362). Küba’ya denizden bir ambargo uygulama kararı alınmasının temelinde ise: Küba da bulunan füzelerin ateşlemeye hazır olmaması ve ateşlemeye hazır olması için parça tedarikinin sağlanması gerekliliğidir (Sander,2019, s.362). Küba da bulunan füzelerin her ne kadar ateşleme sistemlerine henüz sahip olmadıkları dikkate alınsa da bu füzelerin taşımış oldukları tehdit önemlidir.  Küba da bulunan füzeler 1000 millik bir vuruş kapasitesine sahip olmasının yanı sıra Küba’dan olası bir ateşleme gerçekleşirse: ABD’nin başkenti olan Washington’u, ABD için stratejik bir öneme sahip olan Panama Kanalı’nı vurabilirdi (İzmir,2017, s.180). Bu durumun gerçekleşmesi halinde ABD, iki ayrı dünya savaşı geçiren bir ülke olarak kendi topraklarında savaş görmemek üzerine yürütmüş olduğu stratejisinin sonuna gelmiş olacak ve topraklarına doğrudan bir saldırı yaşayacaktı. Bunun yanında ABD, SSCB’den tabiri caiz ise kalbinden bir bıçak darbesi alacaktı

Çünkü bir devletin başkentini vurmak demek ülkenin en stratejik kurumlarının başkente yer almasını hesaba kattığımızda bir ülkenin beyin ölümünün gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca savaşta başkente yapılan saldırı moral olarak da saldırıya uğrayan tarafa ciddi bir darbe vuracaktır. Elbette ABD’nin de vuruş kapasitesi hafife alınmamalıdır. Kendi ülkesinde yaşayacağı bu saldırıya elbette ki ABD’de, Sovyetlere karşılık verecek ve bu da bir Dünya savaşına neden olacaktı.

ABD’nin, Küba’ya uyguladığı deniz ambargosuna Sovyetlerin uymayacağını açıklaması krizi daha da tırmandırarak adeta iki taraf arasında bir nükleer savaşa doğru giden bir sürece neden oldu. (İzmir,2017, s.179)

27 Ekim 1962 yılında Sovyet lider Khruschev, ABD başkanı Kennedy’ye bir mektup göndermiştir. (Sever, 1997, s.653) Bahsi geçen mektupta Türkiye’de bulunan Jüpiterlerin çekilmesi karşılığında Sovyetlerin de Küba’dan füzelerini çekeceğini açıklamış, ayrıca iki devletin (Küba ve Türkiye) toprak bütünlüğünün vurgulanacağını ifade etmiştir (Sever,1997, s.653). ABD tarafı da bu yaklaşıma olumlu karşılık vermiştir. Her iki devletin karşılıklı adımları ile kriz çözülmüştür. 1963 yılında Türkiye de konuşlu olan Jüpiter füzeleri konuşlu bulunan yerlerden kaldırılmıştır (Sever,1997, s.659). ABD, kaldırılan bu Jüpiter füzeleri yerine Türkiye’ye Polaris denizaltıları ’nın verileceğini açıklamıştır (İzmir,2017, s.183).

Krushchev

Genel Değerlendirme

Realist teorinin de belirttiği üzere bir devletin savunması kendisininden başka bir organizasyona vb. yapılara bırakılmamalıdır. Bu ifadenin geçerliliğini bu krizde net bir şekilde görmekteyiz. ABD, kendi çıkarları ve maruz kaldığı tehditler noktasında Türkiye’yi pazarlık konusu yapmaktan çekinmemiştir. Elbette ki ABD’nin maruz kaldığı tehdit kendisi açısından en öncelikli çözülmesi gereken bir sorundu. Burada ABD’nin, Türkiye’yi önceleyen bir politika üretmesi pek de olası değildi.

Müttefikleriniz tarafından verilen füze, hava savunma sistemleri vb. saldırı/savunma sistemlerini eğer üretimini siz yapamıyorsanız veya verilen bu sistemlerin son kullanma noktasında yetkiye tamamen sahip değilseniz stratejik olarak kazanım elde etmeyi amaçladığınız bu sistemler bir anda sizin aleyhinize olabilecek şekilde tersine dönebilmektedir. Nitekim Türkiye’nin bu krizde yaşamış olduğu durumda buna benzer bir hususu teşkil etmiştir.

Türkiye, nükleer başlıklı füzelere sahip olmalı mıdır? Bu soruya cevap verilmek istenirse evet, sahip olmalıdır kanaatindeyim. Nükleer başlık taşıyan füzeler genel itibari ile uluslararası ilişkilerde bir caydırıcılık aracı olarak kullanıldığı hesaba katıldığında, sizin karşınızda nükleer silah sistemlerine sahip bir ülkeyi ancak kendinizde bu silah sistemlerine sahip olduğunuz takdirde caydırabilirsiniz. Ayrıca bu konuda yapılan Nükleer silahların sınırlandırılması ile ilgili çalışmaların yetersiz kaldığı kanaatindeyim çünkü nükleer silahlara sahip olan devletlerin, bu silahlara sahip olmak isteyen devletleri caydırmaya çalışmasını dünya barışı için iyi niyetli bir yaklaşım olduğunu kabul etsek bile bu silahlara sahip olan devletlerin, bu silah sistemlerine sahip olmayan devletlere karşı kullanmayacağının garantisini hiç kimse veremez. İşte devletlerin bu niyet bilinmezliği ile hareket ettiğini kabul edersek sorunun çözümü konusunda kısır bir döngüye girmiş oluyoruz. Eğer nükleer silahlanma engellenmek isteniyorsa önce nükleer silahlara sahip olan devletlerin bu silahlardan kurtulması gerekir. Ancak bu noktada bir sorun vardır. Nükleer silahlarını yok eden devletler bu eylemi yaptığı takdirde önemli bir caydırıcılık avantajını ortadan kaldırmış olacaklardır. Bu avantajı ortadan kaldırmayı da birçok devlet istemeyecektir. Nitekim yaşanmış olan Küba füze krizinde, iki süper gücün nükleer başlıklı füzelere sahip olması krizin bir savaşa dönüşmesini engelleyerek her iki tarafı nükleer bir savaştan caydırmıştır. Uluslararası İlişkiler, bu nükleer caydırıcılık konusunu “Dehşet Dengesi” kavramı ile açıklamaktadır.

Son olarak bu konuya ilginiz varsa bu konuda yapılmış olan “THIRTEEN DAYS” Türkçe adı ile “YAKIN TEHDİT” filmini izlemenizi tavsiye ederim.

Fatih Petek

Stratejik Ortak Misafir Yazar

KAYNAK

İzmir, B. (2017). İki Müttefik Bir Kriz: Türk-Amerikan İlişkilerinde Jüpiter Füzeleri Krizi. HUMANITAS Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 179,180,183.

Sander, O. (2019). Siyasi Tarih 1918-1994. Ankara: İmge Kitabevi.

Sever, A. (1997). Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Füze Krizi Ve Türkiye. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 648,650,653,659.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

1 Yorum Var

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz